Tatlıca Köyü
  GASTAMONUCA
 


 

 

GASTAMONU SÖZLÜĞÜ:BU KONUDA AKLINIZA GELEN KELİMELERİ BİZLERE İLTİRSENİZ SEVİNİRİM:

GADUN:Bayan
GIRIŞMAK:Dargın gibi ve saldırmadan önceki hal.
GUBARMAK:Kabarmak horuzlanmak
URGAN:Kalın ip
ALMA:elma
ÖRÜK:Erik
HATIL:Kalas
GEVMÜK:Bebeklerin emmesi için içine tatlı bir şeyler sürülerk yapılan bebek emziği.
SORMUK: Bebek emziği gevmüğün aynısı
PITANA:Patates
NAŞIRBA:Tutacaklı Demir bardak
BUYMAK:Üşümek
GÜTMEK:Takip etmek izlemek
GÖTÜ:Getirmek fiili
EGİT:Bir başka yere ulaştırma
GUBUZ ATMAK:Palavra atmak
MİSİR:Mısır
PAKLA:Fasülye
ISCAK:Sıcak
SEYİT:Koşmak
İLİMON:Limon
TENEŞÜR:Cenazenin yıkandığı tahta yada metal
ÜRGENDÜRE:Ağaçtan ucu çivili uzun sopa
DURUYAN:Durmak
TÜNNÜK:Bolluk
CİRİ CİVEĞİ:Topu tüfeği- tamamı
SERGEN:Evin tavanına yakın yere yapılan Ağaç Raf
SALDIR SALDIR:Durmaksızın okumak
BIZLACI:Hamile
KÖMÜŞ:Manda
GÜMELE:Buzağıların konulduğu ahırın içindeki bölüm.
ÇAMDU:Çatma evlerde iki ağacın birleştiği ve raf haline gelen alan
YARIŞ:Koşmak
MIYANA:Yöremize ait un helvası
MIKCUK:Küçük çimen mantarı
CABA:Toprak kap güveç
GÜVLEK:Ağaçtan yapılan su taşımaya yarayan ibrikli kap
TEZE:Yeni 
CIKGADA: Azıcık
KİREN:Kızılcık
ENTERİ:Gömlek-elbise
TIKOLTA:fanila-gecelik
BUNAR(ğ):ÇEŞME-Pınar (tam söylendiği gibi yazılamıyor)
ÖĞEN:Evin önü avlu-bahçe
İBİ:HİNDİ
SEYİN:Hüseyin


KASTAMONU ŞİVESİ İLE  ÖSS SORULARI

1) Seyin ile Satu'nun hızlaru aynu olup olukbaşundan canoğluna gada yarum sahatte,canoğlundan kışla parkına ise on dakkada vamaktaladu.seyin olukbaşından zabah sahat onda aşşağu doğru yola çıkmuş,satı ise aynu anda kışla parkundan yukarıya yola çımuşdu.seyün ile satu aynu anda canoğluna vaduklaruna göre yolda nolmuşdu?

        A-Seyin bi cüğara içiyin kimse görmeden diye arga yoldan gitmüşdü 
        B-Satı geçeyken mikrosa(migros) gitmiş,yürüyen merdivene binip yukaru çıkup geri aşşağu inmüşdü 
        C-Seyin yolda hamdi yi görmüş,iki laflamuşladu 
        D-Satu goşa goşa gitmüşdü 
        E-Seyin çaya düşmüşdü


        A-la Zali bağa bi çay getirivesenğe 
        B-Hobulo köyünün ibileri cokcoklaya mı cokcoklamaya mı 
        C-Bizim oğlan bi laf dedü arkama aşıyon sandım 
        D-Ses etme on gündü döğüş etmeyon zaten

3)  Faik bi işi dek başuna 8 günde bitümekteledü,Hamdi ynen beraber çaluşularısa ikisi aynu işi 7 günde bitümektedü.Faiğ inen Hamdi beraber 5 gün çaluşduktan sonra Fağik 'ooğ ben gidiyon,ne halin varısa gör' derise
galan işi Hamdi ne gada zamanda bitürü? 

        A-hemencecük bitirü 
        B-bi iki güne bitürü 
        C-bi haftaya anca bitürü 
        D-Hamdi tüyuğu bu işi bitüremez 
        E-Fağik dayanamaz geri gelü,beraber iki günde bitürüle

4) Ağmedi'in yaşu bubasunun yaşunun üçde biri gadadu.15 sene sonra Ağmedin yaşu babasunun yaşunun yarusu olacakdu.amed'in babasu 25 sene sonra öleceyise amed gaç sene sonra babasunun öldüğü yaşda olu?
        A-15
        B-40
        C-küsürlü çıkıya
        D-Amedin yaşeyceği ne belli
        E-bilemeyceyin,geçelim bunu
5)  Mikrostaki yürüyen merdivenle saniyede bi basamak çıkıyaken,elekçi Nuri saniyede iki basamak inmekdedü.merdivenle 17 pasamak olduğuna göre ve elekçi Figri aşşağdan ona küfreddüğüne göre,nolu? 
        A-Nuri Figriyi 15-20 saniyeye yagalar,imüğünü sıkar 
        B-Figri de aşağı inen merdivenlerden yukaru doğru çıkmaya başlar,ortaluğu garuşdurula 
        C-yagalayamadan güvenlük gelü 'ağasunun çıkn bagıyın dışarı' der 
        D-Fikri de ona doğru yukaru çıkar,gapuşula 
        E-Nuri merdivvende gız görü Figriyi unutup yukaru doru çıkmaya başlar

6)  Tafık 9 tene paklava yimekte Abdulla da 1 tene gazandibi ve 5 tene de paklava yimekte Tafıkla Abdulla önce canoğluna vamışlar Abdulla bir porsiyon( 4 tene) paklava yimiş ve arkasında 1 tenede gazandibi yimiş,tafıkta 2 porsiyon (8 tene) paklava yimiş burada biraz otmuşlar Tafık lan abdulla burada vakit geçmeya gidelim demiş kalkup tombağa vamışlar orada nedeli nedelim derken baklava söylemişle bir porsiyon abdulla,bir porsiyon Tafık son durumda abulla ve Tafık ne yapmalula ? 
        A-Abdulla 1 tek şey ve tafık 1 tek şey yiyip geriye kalan (6tene) paklavayı bırakmalıla 
        B-Tafık lan abdulla para vereceğüz çatlasakta yiyelim der 
        C-Abdulla Tafığa sen benimkinide yi emme parayu sen ver der 
        D-Tafık abdullanın teklifini gabul etmez Abdullada parayu ben vereceğisem çatlasamda yirin der 
        E-Tafık baktı abdulla çatlayacak gibi lan Abdulla der 1porisyonda yidiğin kadarını sen öde galan benim yidiklerimi de ben ödeyin yoksa çatlayacan şindi der.

 8)  şindi de edebiyat sorusu...
             Gel satiyem gel olmaya gayru sensüz 
             Atlacayın galeden bu Satu sensüz 
             İçiyon her gece oluyon seme tavuk gibi 
             Gel satiyem gel ölüyan ben sensüz
Yukaradaki dörtlükte şair nasıl bi ruh haline sahiptir
 A-sarhoş nettüğünü bilmeya 
B-abayı yakmuş
 C-kafa buluya bizinen
 D-hepsü

 13)  300 Spatralı gışla parkındaki havuzu işeyerek 3 sehette dolduruya, aynı havuzu 200 dadaylı 2 sehette dolduruya, 100 Dörkenili ise 1 sehette boşaltıya o halde aynı havuza 100 Spartalı 50 Dadaylı işerse ve 100 Dörkenili boşaltmaya çaluşusa sonuç ne olu ?
        A- dörkenilile ne işeyoğuz la biz temüzlemeye uğraşıyoz dürzüle der kavga çıkar 
        B-dörkenililerinen dadaylıla birleşü spartalıları memlekete işemen la deye döğer 
        C-dörkenilile la biz kerüzmüyüz bizde işeylim der havuz daşar 
        D-Belediye zaten böle bişeye izin vemez 
        E-Hepsi olabülü akıl sır ermez..
 

15) Yaşar'ın garısıynan arası bozukdu. yaşar garısından özür dilemek için eve geliyeken tarladan ot goparu emme yaşarın garısı barmağına dakıcak bişey istemektedü. yaşar otu garısına verince depmuğü yer. bundan sona yaşar gendü gendüne ne yapsam diye düşünü.yaşar ne yapmalu. 
        A- yaşar yaşamamalu 
        B- guyumcudan yüzuk almalu, garısına gostermelü emme vermemelü 
        C- gendüsüne başka bi garı bulmalu 
        D- nasrullaha gidip su içmelü 
        E- garısına gidip kopek gibi yalvarmalu, garısı affedince de evi terketmelü


 


   MANİLER, TÜRKÜLER, ŞİİRLER


         BİR MEMLEKET GÜZELLEMESİ

                              ARAÇ

                                 -I-

Etraf Daday, Mergüze, Kurşunlu, Safranbolu;
Kazamız Araç bizim, vilayet Kastamonu
        Gasgas, Kimmer, Danişment, Candaroğlu, Osmanlı;
        Üç bin yıllık bir Tarih, görkemli anlı şanlı.
Ecdattan miras kalan mübarek toprağıyla;
Araç, öz yurdumuzdur ovasıyla, dağıyla.
        Bizimdir o yaylalar, balta girmez ormanlar;
        Bizimdir cephelerde şehit düşen o canlar.
Hep verdik tarih boyu, vergi verdik, baş verdik;
Ne kaldıysa harmanda öşür verdik, çeç verdik.
        Asker istedi devlet, "olmaz" demedik asla;
        Verdiğimiz şehidin sayısı binden fazla.
Gittiler bölük bölük bir daha dönmediler;
Uçtular semavata nur olup sönmediler.
        Herkesin dip dedesi ya şehittir, ya gazi;
        Rasim Çanakkale'de, Sakarya'da Niyazi.
Mustafa, Hasan, Rüstem, Ahmet Sarıkamış'ta;
Ayakta heykel gibi dondular karakışta.
        Irak, Yemen, Sina'da gık demeden öldüler;
        Trablus çöllerinde kumlara gömüldüler.
Şehit listelerinde kayıtlı değil onlar;
Künyeleri belirsiz o adsız kahramanlar.
        İşte biz o ecdattan üremiş Araçlıyız;
        Dip dedemiz Oğuz'dan türemiş Araçlıyız.

 

 

Araç'ın bir yaylasından görüntü

                                 -II-

Gezelim gelin dostlar bizim Anadolu'yu;
İzmir'i, Konya'yı, Bursa'yı, Denizli'yi, Bolu'yu.
        Duralım Ankara'da neler varmış bakalım;
        İstasyon'dan Ulus'a ağır ağır çıkalım.
Samanpazarı'ndadır Şekerci Ruşen Usta;
Tarih kadar eskidir Hacıbekir Ulus'ta.
        Meliha Turan Hanım Kızılay'da nam salmış;
        Yaptığı akidenin tadı damakta kalmış.
Başkenti mekan tutmuş börekçi, yufkacılar;
Kök salmış oraya dinmiş bütün acılar.
        Geçelim İstanbul'a hal keyfiyet nasıldır;
        Orası da bir alem, bir keyifli fasıldır.
Çırak, kalfa ve usta İstanbul'a dolmuşlar;
Her biri birer patron, birer holding olmuşlar.
        Dükkanlar birer kolye, en güzel semtlerde süs;
        Göztepe'de, Levent'te, Etiler'dedir Venüs.
İstanbul'a tat vermiş şekerci, börekçisi;
Pastacı, yufkacısı, ekmekçi, çörekçisi.
        Araç Geley köyünden Hacıbekir bizdendir;
        Lokumu lokum yapan ana fikir bizdendir.
Tezgahtaki ekmeğin ustasını ararlar;
Hamurkar, pişirici Araçlı mı sorarlar.
        İstanbul'da bir Araç, Ankara'da bir Araç;
        Araç'ın kaderi bu, nüfus ediyor ihraç.
Bahçecik Köyü

                                 -III-

Bir yanda Yuvalca var, bir yanda İkizornaz;
Munay Yaylası için ne söylesem yine az.
        Fatmanın Oluğu'ndan su içmeyene yazık;
        Sıragömü'de yedim çullu börekten azık.
Geçelim bu tarafa, söyleyeyim sırayla;
Cennetten birer köşe Düğemle, Dorukyayla.
        Eğriceova derler bir ulu yayla var ki;
        Ucu başı belirsiz bir cennet bağı sanki.
İğdir'den yukarıya Dotla'ya geçtiniz mi?
Suyun başına geçip Aksu'dan içtiniz mi?
        Dünyada mevcut değil böyle şifalı bir su;
        Bundan iyisi var mı ben duymadım doğrusu.
Göğe merdiven olmuş dağlar sıralı safta;
Ilgaz'a selam durmuş Bakacak bir tarafta.
        Ilgaz'dan kaynaklanıp gezinir kıyı kıyı;
        Uzanır Mergüze'den Filyos'a Araç Çayı.
Kışın deli doludur, yazın uslu mu uslu;
Bir bakarsın sel olmuş derya gibi kabuslu.
        Okçular'daki suyun gürül gürül kaynağı;
        Kirazlı Yaylası'nda sür yufkaya kaymağı.
Boyalı fındığını tatmayana çok yazık;
Balından bir kaşık bal yutmayana çok yazık.
        Kara hutun balından bir parmak tadımlık al;
        Şifa bulmak istersen Susuz Yaylası'nda kal.
Bir yanda Daprak, Unna, daha ilerde Süzey;
Bostanköy'den yukarı Moğsu, Kadarta, Geley.
        Muğamlar'dan, Gürne'den, Erekli'den, Kıyan'dan;
        Bir bakraç soymuk iste dağda soymuk soyandan.
İğdir bostanlarında baş veren soğana bak;
Koy soframız şenlensin, başına bir yumruk çak.
        Çorbayı indirelim şayet geldiyse tavı;
        Bir baş soğan olmadan yenmez bulgur pilavı.
Ünü yaygın mı yaygın "kuzu" demişler ona;
Onsuz yemek olur mu, selam durun soğana.

                                 -IV-

Araç'tan yukarıda Mesudiye, Kavacık;
Kapılı'ya varınca soluklanın azacık.
        Dünya başka güzeldir Karkalmaz Dağları'nda;
        Seyreyleyin dört ufku Göktepe'ye varın da.
Kızılsaray'dan öte Daday'a yol uzanır;
O dağları görenler Cennete girdik sanır.
        "Araç, etrafı kıraç" diyenler halt eylemiş;
        Görenler daha yeşil bir memleket yok demiş.
Araç, tablo gibidir Top Tepe'den bakınca;
Göğe eliniz değer Asar Dağ'a çıkınca.
        Bağlarçayı'ndan geçip Razıhan'da duralım;
        Büryan kebap çıkmış mı, Başköylüye soralım.
Büryanı Razıhan'da Kanlıgöl'de asarlar;
Yiyenler keyiflenir, yiyip yiyip susarlar.
        Kimi rakıda bulur hararet söndürmeyi;
        Erbabından sormalı mideye indirmeyi.
Başköy'den Yazıköy'e, Mirzek'ten Sindire'ye;
Sıragömü yokuşsa dön Zala'dan geriye.
        Sarpın'dan Obalar'a ağır ağır çıkalım;
        Alakavak Sırtından manzaraya bakalım.
Böyle güzel manzara ne Hinttedir ne Çin'de;
Araç coğrafyasıyla bir cennetin içinde.

                                 -V-

Bu un gibi şey nedir, alıp tadına bakın;
"Gavut" yerken ey dostlar "Tosya" demeyin sakın.
        İçi yağlı çörekten lengeri paçasına;
        Sac kebabından sonra uzan ekşi tasına.
Sıra etli ekmekte,yerken saymaca var mı?
Nerde yayık ayranı, onsuz doymaca var mı?
        Tarhana çorbasıdır yemeklerin öncüsü;
        Iscacık kül çöreği sofraların baş süsü.
Bişi, serme, hamurlu, sofrada sıralanmış;
Mıklama görününce yemekler aralanmış.
        Curk curk hamur yutmayı, bandırma'yı bilen kim?
        Harareti hoşafla söndürmeyi bilen kim?
Sarığıburma'ları sıcak sıcak getirin;
Kiren ekşisi ile ziyafeti bitirin.

Yuvalca yaylasından bir görüntü

                                 -VI-

Teyzem sığır güdüyor, çemberli, önü poğlu;
Gençler oyuna kalkmış, oynarlar Sepetçoğlu.
        Sepetçoğlu Araç'ın Hacıoğlu Köyü'nden;
        Araçlının mertliği gelir efe soyundan.
Bilmeyiz bel kırmayı, namerde baş eğmeyiz;
Küfürbaz derlerse de durduk yerde söğmeyiz.
        Galkmayız dil gırmaya, sağa sola saparak;
        Gonuşuruz öz Türkçe, ka'ları ga yaparak.
Serdar'dan Gülükler'e saymakla bitmez köyler;
Yüzyirmidört köyümüz yüz çeşit türkü söyler.
        Aslımız Türkmen bizim, Ortaasya'dan gelmişiz.
        Bu güzel toprakları ana vatan bilmişiz.

                                 -VII-

Bu memleket bizimdir toprağıyla taşıyla;
Dört mevsim ayrı güzel, baharıyla kışıyla.
        Dünyada bir benzeri yoktur güzel Araç'ın;
        Araçlılar geliyor on binlere yol açın.
Ben Araçlıyım diyen ihvanlar beri gelsin;
Araç'tan kaçanları çağırın geri gelsin.
        Nüfus cüzdanımızda Araçlı yazıyorsa;
        İçimizde bir nebze Araç sevgisi varsa.
Bir araya gelmenin zamanıdır ey dostlar;
Gelin birlik olalım elden gitmeden postlar.
        Uzattıkça uzattık, ne söylesek gene az;
        Anlattıksa ne mutlu size Araç'ı biraz.

Fazıl BAYRAKTAR

 

ARAÇ'A DÖNÜŞ DEYİŞLEMESİ

 

Yola çıkan döner geri

İster ölü, ister diri

Zengin olsak köşeleri

Dönüp sana geleceğiz.


Vakit gelse, düşsek yola

Seni gösterir pusula      

Mala mülke, para pula  

Kanıp sana geleceğiz.* 


Ardı iniş, önü bayır

Gurbet elde yok bir hayır.

Hasretinle cayır cayır

Yanıp sana geleceğiz.


Her gidişin dönüşü var

Her çıkışın inişi var      

Her çıranın yanışı var  

Sönüp sana geleceğiz.


Değnekleri tuta tuta

Kimi kalkıp, kimi yata

En sonunda bir tabuta

Binip sana geleceğiz.


Fazıl BAYRAKTAR


*Kanmak: doymak





ARAÇ ÖZLEMİ

 

Özledim seni Araç özledim

Sokaklarını,taşını toprağını

Araç çayını,yeşil ormanlarını

Özledim seni Araç özledim.

 
 

Sende sevdim sende sevildim

Tüm sırlarımı sende gizledim

Hiç sana ihanet etmedim

Özledim seni Araç özledim

Ayrıcalıktır sende doğmak

Seninle görmek,seninle duymak

Hele sana hasret kalmak

Özledim seni Araç özledim

 
 

Baksam sana Kazantepe den

Ne güzeldir akşamlar Kale'den

Kar demeden kış demeden

Özledim seni Araç özledim.

Eşsizdir senin çamlı parkın

Sevda kokar herbir ağacın,

Başkadır bayram sabahların

Özledim seni Araç özledim.

 
 

Etli ekmek,su böreğin

Tarhanan,cevizli çöreğin,

Ekşili pilav,biran yemeğin,

Özledim seni Araç özledim.

Aşağı pazarı,bandurması

Anamın tırtıl baklavası,

Ardından Sepetçioğlu havası.

Özledim seni Araç özledim.

 
 

Kötürüm Beyazıt,Adil Acar'ı

Veznedar'da iki rekat namazı,

Bir efsanedir Abdal Paşası

Özledim seni Araç özledim.

AYANOĞLU nedir senin derdin ?

Bir dokunup bin ah işittin.

Bilsinler senin kıymetin

Özledim seni Araç özledim.

 

 

TURGUT AYANOĞLU

12/12/2004 - AKÇAY

 

Maniler

1)Gece geçtim dağlardan

Üzüm aldım bağlardan

Kız senin aşkın değil mi

Beni böyle ağlatan

2)Çay aşağı ız gider

İnce belli kız gider

Bir elinde bağlama

Bir elinde saz gider

3)Maniyi baştan söyle

Kalemi yaştan söyle

Çok acıktım

Aşktan ekmekten söyle

4)Karşıdan fener gelir

Kalbimi deler gelir

Yaşın küçüktür ama

Başıma neler gelir.

5)Kaleden iniyordum

Çağırsan geliyordum

Kurudum kibrit oldum

Üflesen yanıyordum.

6)Ilgazın altı seddi

Annem bana gitme dedi

Ciğerimi tilkiler yedi

Cam dibinde uyuyan yavrum

Cam dibinde kalan yavrum

Sepetçioğlu Türküsü

Yaslan sepetçioğlu yaslan

Laleli,çimenli dağlara yaslan

Analar doğurmaz senin gibi aslan

Yasıl dağlar yasıl aslan geliyor.


Sepetçioğlu bir ananın kuzusu

Hiç gitmiyor kollarımın sızısı

Böyle imiş alnımızın yazısı

Yasıl dağlar yasıl Osman efem geliyor.


Kalk gidelim kışla önüne aşağı

Salıvermiş ince belden kuşağı

Yaman olur Kastamonu uşağı

Yasıl dağlar yasıl aslan geliyor.

Gasdamonu'm

Gasdamonu deye yanıp duruyan,

Anam ayru bubam ayru köy ayru.

Gurbetin gahrını çekip duruyan,

Havam ayru,suyum ayru,aş ayru.


Çıktım gurbetlere hayli yıl oldu,

Baktığım buzala çift öküz oldu.

Kel elinin gızı el'e eş oldu,

Davul ayru,zurna ayru,hak ayru.


Gurbetçisin deye hor görüyola

Dil gırıya deye çok söğüyala

Gıravat dakınca bey sanıyala

Beyle ayru,ağa ayru,biz ayru.


Bi lokma ekmeğe ayrulduk sizden

Vallaha böyühlük beklemen bizden

Özümüz Araç'ın dağlık köyünden

Dağım ayru,çamım ayru,yol ayru.


İsmail hep ayru bu sayduğumdan

Her zaman köyünü araduğundan

Köyün sevdasıyla avunduğundan

Zabah ayru,ağşam ayru,gün ayru.


İsmail Esen Büyükdağ


Sayın Hüseyin ÖZBEK'ten alınmıştır.
ARAÇ 'TAN SEÇME HİKAYAYELER

OSMAN ÇAVUŞUN DONDURMASI


Merkez İlkokulunun öğle zili çalınca damdan boşalmışçasına soluğu Osman Çavuş�un dondurma güvleğinin önünde alırdık. Çavuş her öğlen halkevinin köşesindeki yerini alır, küçük külah 15, büyüğü 25 kuruştan süt beyazı dondurmasını satardı. Osman Çavuş, masmavi gözleri, akçacık önlüğü, geriye kaykılttığı kasketi, � dondurma kaymak!.. � diye cingir cingir sesiyle sanki şu an karşımda.

Çavuş ilçede buzdolabının bulunmadığı o yıllarda, dondurma için kar kuyular, kuyudan çıkardığı karla dondurmasını soğuturdu. Dondurması çam ve süt kokardı.
Osman Çavuş ekmeğini taştan çıkaran adamdı. Dondurmanın süyümünün olmadığı aylarda kahvecilik yapardı. Gemi Köyündeki çiftini çubuğunu da boşlamayan Çavuş, müşterisini diliyle ağırlardı. İşlettiği kahvehanelerde müşteri sıkıntısı olmazdı.Anadolu�da askerliğini çavuş, onbaşı olarak yapanlar, muvazzaflıktan sonra da bu rütbelerini lakap olarak taşırlar. Bu rütbelerin itibar sıfatı olarak ömür boyu sürmesi, Türklerin derin bilinçaltlarında yaşattığı askeri kültürle ilgilidir.
Çavuştan sonra çok dondurmacı tanıdım. Ama hiçbirinde Çavuşun dondurmasının ne tadını, ne çam kokusunu bulabildim. Dondurmasını çamdan güvleğinde, kol gücüyle, saatlerce çevirerek öyen Çavuş�un emeği , kekik sütünün, çam rayihasının yanında tadın sihirli kimyasıydı belki de.
Aile olarak gittiğimiz pastanelerde, kızlarım Aslı ve Şirin kendi siparişlerini verdikten sonra garsona beni göstererek;�Babama Osman Çavuş�un dondurmasından� derler. O gün bu gündür ben sade dondurmayı tercih ederim. Kastamonu Araç�a her gidişimde gözlerim Halkevinin köşesinde Osman Çavuş�u arar. Birden karşıma çıkacak, o sıtma görmemiş sesiyle ortalığı çin çin öttürecek sanırım.
Çavuş terki dünya edeli yıllar oluyor. Benim kuşağımın damağında, hâlâ Çavuşun kekik sütlü, çam kokulu dondurmasının tadı var. Çavuş, kuşkusuz gurbette, askerlikte gördüğünü kapan, öğrendiği zanaatın hakkını veren Türk insanın somut bir örneğiydi. Kısacası Türk yaratıcılığının, namerde muhtaç olmadan çoluk çocuğunu yetiştirmenin, Nasrettin Hoca�nın, İnicili Çavuş�un, Keloğlan�ın esintilerinden birer parçayı kişiliğinde taşımanın sayısız örneklerinden biriydi Çavuş. 
Tadı, Çavuşun dondurması gibi olmasa da, hiç olmazsa rengi tuttuğundan, ben yine Osman Çavuş�un dondurmasına devam edeceğim. Anamın Oğmaç çorbasına, kaplıca bulğuruna, ak denesine devam ettiğim gibi.

Yaylaya Çıkış


Hıdrellezden sonra Yukarı Yazıy'la Aşağı Yazı Köyü'nün uslularına danışılır, keşfe gidenler dinlenir, muhtarlar imleşir, böylece yaylaya çıkış günü belli olurdu. Biz o gece sabahı zor ederdik. Anam denkleri akşamdan hazırlardı. Sacayaktan ekmek sacına, undan bulgura, yatak yorgandan aba kebeye, yayıktan sitile, çalmaca kadar yükler bir yana ayrılırdı. Sabah erkenden sığırlar çıkarılır, buzağılar, malaklar saman çitlerine yerleştirilir, buzağılayıcı inekler gelin gibi süslenirdi.

İlk kez buzağılayacak olan düvelerin süslenmesine daha bir özen gösterilirdi. İki boynuz arasına, alına renkli çullar, gök boncuklar dizilirdi. Herkes çanından, zilinden mallarının dağda bayırda yerini şaşmaksızın bilirdi.
At Söküsü yaylası üç saatten fazla çekerdi. Sığırla, yükle gidiş daha uzun sürerdi. Hayvanlar yayılarak, bir yandan da otlayarak yol alırdı. Çan sesi zil sesine, türkü sesi mani sesine karışırdı. Ebe kayası, Himmet deresi, Emin emminin oluğu geçilir, Köse Mehmet Ağanın Göynüğünden Çölmekçiler'e tırmanış başlardı. Çocuklar dokuz tepe tüğen sıpalar gibi göçün önüne kadar koşar, yokuş aşağı geri döner, biraz sonra yine gider, dizlerinin dermanı kesilinceye kadar seyirtirdi.
Uslular arada tüfek atar, ardından yayla, gurbet türkülerine geçerdi. Kadınlar, kızlar mani yarışına girer, birbirini bastırmaya yönelik atışmalarda herkes kulak kesilirdi. Biz çocuklar her subaşında azık poğuna el atar, ekmek yer, birazdan yine acıkırdık.
Çölmekçiler'den sonra gökçe ağaçlar azalır, çamların saltanatı başlardı. Hava da hemen değişirdi. Yoğun bir çam kokusu burnunuzdan başlayıp iliklerinize kadar işlerdi. Oksijen yoğunluğu, serin hava üste başa da aba kebeden bir şeyler almaya zorlardı sizi. Tokmaklı'ya doğru çamlar seyrelir, göğe direk olmuş köknarlar tarak dişi gibi sıralanırdı. Üstte mavi gök, altta yağız yerin yeşil örtüsü dışında da bir şey görünmezdi. Bu orman denizinde atılan silahın, söylenen türkünün, maninin sedası dağdan dağa, tundan tuna misliyle yankı dalgalarıyla uzar giderdi.
Tokmaklı'dan İkipoyralı'ya, Karapınar çalına doğru tüfek namlusu gibi dümdüz sarıçamlar atlıyı atından indirir, kendisini seyrettirirdi. Patırdayık yola yönelince hayvanlar içgüdüsel olarak yaylanın kokusunu alır, böğürmeye, eşinmeye, melemeye başlardı. Atlar, eşekler kulaklarını diker, tüyleri kabarır, toprağı, havayı koklamaya, sağa sola sıçramaya başlar, aniden hızlanırlardı. Bu heyecan insanlara da geçerdi.
Yolun bitiminde yaylayı gören herkes sevinç çığlıkları atmaya başlardı. Danalar, öküzler böğürmeye, kazınmaya, hasımlarına karışmaya, kömüşler yar süsmeye, çam, köknar ağaçlarına boynuz vurmaya, ofutmaya, burnundan solumaya başlar, gözlerinin akı büyür, karası küçülürdü. At Söküsü yaylası, yukarı söküsüyle, aşağı söküsüyle, kanıl gölüyle, kına taşıyla aşağı pınarıyla, sada doruğuyla bizleri karşılardı.
Biz deli danalar gibi boyumuzu aşan çimenler içinde yuvarlanır, yaşıtlarımızla güreşir, sağa sola koşuşurken uslular yükleri yıkmaya, güzden beri kapalı evleri temizlemeye, göçleri yerleştirmeye girişirlerdi.
Hemen hiç çivi kullanılmadan birbirine geçmeli çam kütüklerden yapılı, altı ahır yayla evlerinin üstü tek odalıydı. Kiremitsiz çatılar bedavra denilen yarma, çıltak tahtalardan oluşurdu. Çoğu penceresiz tek odanın ocağı, bacası, sütlüğü, dışarıda tuvaleti, genişçe bir günlüğü olurdu. Eve, yan yana getirilen iki kütükten balta yonması merdivenle çıkılırdı. Bir evde birden fazla aile barınırdı.
Evi olmayanlar uygun, korunaklı bir köknarın altına yükünü yıkar, etrafı çevirir orada gecelerdi. Yaylanın yazısında birkaç gün mallarını göğeme yayan evsizler gün gelip kendilerinin de barınacağı yayla evinin özlemiyle en geç bir hafta sonra köye inerdi. Diğerlerinin yayla yaşantısı hasada, ekine girmeye kadar devam ederdi. İnilen yaylanın hasretine ilk günden başlayan bu yayla tutkunlarını, harmandan çıkıştan sonra bağlasan tutamazdın. Hemen güz yaylasına çıkarlardı. At Söküsü yaylası onları çağırırdı. Kar yere düşüne kadar da yayladan inmezlerdi.
İlk gün mutlaka çıkrıncak yapılırdı. Uslulardan eli yatkın olan birisi hemen düz bir çam veya köknar keser, 7-8 metrelik ağacın tam ortasını üşer, iki ucundan tutamak takılacak yerleri deler, tutamakları takardı. Bir başka ağaç iki metre boyunda kesilir, ucu yuvarlak biçimde yontulur, kazılan yere yarım metre kadar dikine gömülür, etrafı taşla berkitilirdi. Dikey, sabit kazığın ucuna yatay uzun tutamaklı ağaç üşülen yerinden yerleştirilirdi. Bu hem tahtıravalli, hem de 360 derece dönen bir oyun aracıydı. İki tarafa binen, tutmaklara sıkıca yapışan çocuklar bıkıncaya, başları dönünceye kadar çıkrıncağa binerlerdi. Sıradakiler sabırsızlanır, hay huyla, çıkrıncaktan düşenlerle ortalık bayram yerine dönerdi. Çıkrıncağın üşülen yerine konan kömürün çıkardığı gacırtılı sesler çok uzaklardan duyulurdu.
Kızlar kına taşına oturur, koca kayanın yüzeyindeki ter yosunları tükürükleyip, ellerindeki küçük taşlarla köpürterek kına yakarlardı. Erkekler evin sağına soluna bakıp onarılacak yerleri keşfeder, komşularla sohbete dalıp, uzaktan hayvanları kollarken analarımız çoktan bacayı tütütüp, ocağa cabayı koymuş olurlardı.
Göğeme çıkmış yeşil yiyen hayvan tersi, otlanmış, çiğnenmiş çimen kokusu, is kokusu, tencerede pişen taze süt kokusu, çam, gürgen kokusu birbirine karışır hepsinin sihirli kimyası, yayla kokusu ortaya çıkardı.
Gün sada doruğundan devrilip gölgeler uzadığında, çıkrıncağın horsası geçer, aşağı sökü, yukarı sökü, sıçrayan buzağılar, malaklar, ofunu almış kömüşler evin, geliğin yanında tembel tembel geviş getirirlerdi. Anamız cim cort cim cort çam çalmaca süt sağarken buzağının bir yandan edüklemesi, süt indikçe rahatlayan ineğin keyifli kuyruk sallaması birazdan artacak karanlık öncesinin gölgeli görüntüleri olurdu. Sütün çiğinin, pişmişinin, ekşimişinin farklı kokularının en ince ayrımlarına varmak için bizim gibi yayla çocuğu olmak gerekirdi. Elektiriksiz, lambasız, fenersiz yayla gecelerinin ışığı çıralar da sönünce yataklara girerdik. Bedavra aralarından gökyüzünün yıldızları bize göz kırpardı. Ahırdan gelen mayıs kokuları, tam sönmemiş ocaktaki eysi kokuları, birazdan başlayacak ilk günün yayla uykusuna karışırdı. Konuklarına kavuşmanın sevinciyle yaylamız cömert hane sahibi gibi sabaha kadar bizleri sarar sarmalar, gözetirdi. Çamdu aralarından girip çıkan yayla rüzgarı yüzümüzü yalar, ulu ağaçlarının salınırken çıkardığı sesler ninni gibi gelirdi. Büyükleri bilmem ama biz rüyalarımızda çıkrıncağa biner, sabaha kadar döner, döner, dönerdik…

 

BOLBOLCU


Bolbolcular İnebolu'dan gelirlerdi. Atlarına, katırlarına yükledikleri kırık leblebiyi, kuru üzümü, inciri, geçit vermez dağları, kasabaları, köyleri aşarak satarlardı. Bu ticarette asla para kullanılmazdı. Terazinin bir yanına çorap eskisi, naylon veya bakır, diğer yanına ise ne istenmişse o konurdu. Terazi dengeye geldiğinde bolbolcu alıcının cebine boşaltıverirdi. Rızaya dayalı bu ticaretin iki tarafı da sonuçtan memnundu.

"Bolbolcu geldiii! Haydi bolbolcuuu! Çorap eskileriynen, bakır eskileriynen, naylon eskileriynen ha! ' ünlemesini duyunca köyün bütün uşakları sevinç çığlıkları atardı. Ardından herkes oyunu bırakır, evlerine koşardı. Evin her yanı dervezeye vurulur, eski, birkaç kez çitenmiş, giyilecek hali kalmamış yün çoraplar için her yan altüst edilirdi. Sedirler, yanlıklar, yüklükler çabucak elden geçerdi.
El örgüsü yünden, tiftikten çorap bulunamamışsa, kap kacak konulan ocaklığın yanındaki küçük dolaplara girilir, yıllardır ocakta odun ateşinin isine, kurumuna belenen cabaların, bakır tencerelerin karasından, kurumundan islik sıçanına dönmüş halde çıkılırdı. Yünden, bakırdan ele gelen bir şey bulunamamışsa son umut avluya inilir, ayakkabılıktan, eşik altlarından miadı dolmuş naylon ayakkabılar aranırdı. Arayıp da bulamama endişesiyle, bulup da götürünceye kadar bolbolcunun komşu köye doğru yola revan olup ayrılması endişesi yarışırdı.
Bolbolcular İnebolu'dan gelirlerdi. Atlarına, katırlarına yükledikleri kırık leblebiyi, kuru üzümü, inciri, geçit vermez dağları, kasabaları, köyleri aşarak satarlardı. Bu ticarette asla para kullanılmazdı. Terazinin bir yanına çorap eskisi, naylon veya bakır, diğer yanına ise ne istenmişse o konurdu. Terazi dengeye geldiğinde bolbolcu alıcının cebine boşaltıverirdi. Rızaya dayalı bu ticaretin iki tarafı da sonuçtan memnundu. Çocuklar ceplerine doldurdukları üzümü, leblebiyi kütürdetirken bolbolcu bakırı, naylonu, tiftiği, yünü ayrı ayrı çuvallara doldururdu. Çoğu kez bu yükler için yanında yedek hayvan bulundururdu.
Çocuklar birbiriyle yarışır gibi takasla aldıklarını atıştırırken, torbası başına takılı katırlar da arpa kestirir, yemlerini yerlerdi. Uşakların leblebi kütürdetmesine katırların, beygirlerin arpa kütürtüsü karışır, ortaya ilgi çekici bir ahenk çıkardı.
Bolbolcu köyün en az iki yerinde mola verir, atını katırını bağlar, terazisini çıkarır, üzüm leblebi torbalarının ağzını çözerdi. Aşağı sokakta, oda yerinde işi bitince yukarı sokağa yönelirdi. Köyün usluları da bolbolcunun yanına uğrarlardı ama bu alışveriş için olmazdı. Selamdan, hal hatır sormadan sonra bolbolcunun önüne sini gelirdi. Misafir umduğunu değil bulduğunu yerdi ama, komşu köye asla kuru ağız gönderilmezdi. Ekmeğin yanında ayrandan, yoğurttan, kiren ekşisinden ele ne gelmişse yavan yaşık Tanrı konuğuna sunulurdu. Bu ikramdan bolbolcunun hayvanları da nasiplenirdi. Onların torbasına da saman, arpa konurdu.
Yükünü yükleyip köyünden çıkan, dağlar ovalar, kasabalar, köyler aşan bolbolcunun köyüne, çoluk çocuğuna kavuşması birkaç haftayı, yerine göre ayı bulurdu. Bu sürede yükünde üzüm leblebiden gayrı ekmek aş bulunmayan bolbolcuyu köylüler doyururdu. O da çoluk çocuk nafakası için diyar diyar gezen bir garip Tanrı konuğu değil miydi? Köy odasında, meclislerde uslular, "Aman kimin ne olduğu belli olmaz, abdal kim, şemani kim bilinmez. Köyümüze yolu düşen kim olursa olsun aç kalmasın, kuru ağız gönderilmesin! Çok şükür gâvur köyü değiliz ya!" diye konuşurlardı. Bolbolcu da, yük hayvanları da bir öğün bile aç kalmadan tundan tuna, köyden köye bolbolları bitinceye kadar dolanırlardı.
O gün de bolbolcunun sesiyle oyunu yarım bıraktık. Herkes evlere koştu. Bolbolcu evimizin önündeki karadut ağacının dibine konakladı, yüklerini, dengini indirdi. Yukarı Yazı Köyü'nün uşakları ele ne geçirmişlerse bolbolcunun önüne dizildiler. Üzümünü, leblebisini, incirini alan ayrılmıyor, iştahla atıştırıyordu. Evin altını üstüne getirdim ama ne fayda!.. Ne eski bakır, ne eski çorap ne de yırtık naylon... Hiçbir şey yoktu... Bir kez daha aradım, önceden bakmadığım yerlere baktım yine yok!
Kol kanat kırık aşağı indim. Bolbolcu belli ki iyice acıkmış, ikiye büktüğü gözlemesini birkaç lokmada yutuveriyor. Ardından ayran tasını kafaya dikiyor. Katırları arpa kesiyor. Yazı köyünün bütün uşakları dolu ceplerinden avuç avuç üzümü, leblebiyi ağızlarına atıp atıp kütürdetmede. Can arkadaşlarım değilmişler. Bana hiç ikram eden olmadı. Herkesin keyfi yerinde. Gözlerim bolbolcunun gözlemeleri yutan ağzından yoldaşlarımın, omuzdaşlarımın ağzına, oradan katırların iştahla arpa kesen ağzına yöneliyor. Bir köşeye çömeldim. Alan aldı, satan sattı. Bolbolcu tepsiyi alkışla, duayla hane sahibine teslim etti. Çorapları, naylonları, bakırları torbaladı, katırların kolanını berkitti,yükünü yükledi. Ceplerinin şişkinliği daha inmemiş arkadaşlarım harmana dokuz kiremit, taktak oynamaya gittiler. Bolbolcu Kara Recep köyü tarafına yöneldi. Ben hâlâ büzüldüğüm yerdeyim. Bolbolcu uzaklaşan her adımda benden neler götürdüğünün farkında değil! "Bolbolcu gidiyor ha!" ünlemesi her seferinde daha uzaktan geliyordu.
Birden eve yöneldim. Anamın günlerce emekle eğirip ördüğü, çardakta merdiven başında asılı dizlerine kadar gelen yepizyeni çoraplarından birini aldım, koynuma soktum. Koşmaya başladım. Öte sokağı geçtim yok, mezarlığı geçtim yok! Dibektaş'ın başına varınca uzakta tin tin giden bolbolcuyu gördüm. Ardından seyirtirken bir yandan da "Dayı eğlen! Oh dayım eylen!" diye bağırıyorum. Bolbolcu geri döndü, beni görünce yavaşladı. Soluk soluğa yetiştim. Hemen çorabı uzattım, üzüm leblebi istedim. Hiç çitenmemiş cedit yeni çorabı görünce bir an durakladı.
- Oğlum, ananın haberi var mı?
- Olmaz mı dayı, elbette var!
Çorabı evirdi çevirdi, aslında pek de inanmadı ama terazinin bir kefesine koydu.
Alacağımı aldım, bolbolcu teraziden cebime boşaltıverdi. Bütün yorgunluğum geçmişti. Eve dönünce birazını da kardeşim Mustafa'ya verdim. " Sakın anama söyleme! Şart olsun seni öldürürüm!" diye sıkı sıkıya tembih ettim.
Havalar soğuyup anam yün çorapları giymek isteyince bizim iş ortaya çıktı. Çorabın birini giymiş, ötekisi yok... Mustafa'yı biraz sıkıştırınca işin doğrusunu anlatmış. Nefsimize yenilip anamın çorabına kıydığımız bolbolcu macerasını, acıtıncaya kadar kulak çekme, ardından da kıçımıza birkaç maşa ile atlattık. Ama yeni kuşaklara da geçerek aile tarihine mal oldu... Aslı, Şirin "Babaanne, babam senin çorapları bolbolcuya nasıl satmış!" deyince anam hikâyeyi anlatır, mavi gözlerinin içi gülerek sahte bir kızgınlıkla bana bakar, "Sen bu az mıydı bu!" derdi.
Köye her gidişimde çardaktaki eyseri çivisinde anamın çoraplarını bir an görür gibi olurum. Bu göz aldanması birkaç saniye sürer. Anamın bin bir emekle dokuduğu kendir kilimler, içine senelerdir tahıl girmeyen çuvallar bir köşede asılı dururlar. Direkteki eyseri çivisi ise artık hep boş kalacak Nakışlı çoraplar artık hiçbir zaman orada olmayacak...

Kalk oğlum güreşelim


Babam benimle güreşir, yalancıktan yenilirdi. Yaşıtlarımla güreşip yendiğimde gözlerinin içi gülerdi, başkalarının anlayamayacağı övüncünü sezerdim. Öyle ya oğlu da sıraya karışıyordu. Pehlivanlığını uslulardan dinlediğimiz köylümüz Kara Ahmet Cumhuriyet ve 23 Nisan şenliklerinde ilçede düzenlenen güreşlerin değişmez cazgırıydı. Pehlivanları eleştirip salavatlarken söylediği sözlerin bir çoğu hâlâ kulağımdadır.

11 Mart 2006 tarihinde Hürriyet Gazetesi'nde Şırnak Gabar dağında PKK terör örgütüne yönelik operasyonda Jandarma Üsteğmen Hakan Özcan ile Jandarma Er Yunus Emre Çelik'in şehit olduğu, bir uzman çavuşla dört erin de yaralandığı yazıyor.
Gerisini gazeteden alıntılayalım: "Kolordu komutanlığında yapılan cenaze töreninden sonra, şehitlerin cenazeleri memleketleri Gaziantep'e gönderilerek toprağa verildi. Şehitlerin cenaze namazı Ulu Cami'de kılındı. Tabutlar omuzlarda taşınarak cenaze aracına konduktan sonra cenazedeki 1500 kişi İstiklal Marşı'nı okudu. Şehit Üsteğmenin babası Mehmet Özcan, taziyeleri kabul ederken, "Hamallık yapıp, zor zekat yetiştirdim. Onu da gidip Şırnak'ta şehit verdim. Vatan sağ olsun" dedi. Altı ay önce Şırnak'a tayin olan bekâr Üsteğmeni, Deniz Harp Okulu 4. Sınıf öğrencisi kardeşi Ömer uğurladı.
Şehit er Çelik'in ailenin tek erkek çocuğu olduğu ve 5 kız çocuğundan sonra dünyaya geldiği belirtildi. Şehit erin 55 yaşındaki babası Muhittin Çelik oğlu Yunus Emre Çelik'in fotoğrafına bakarak çevresindekilere : "Ben şimdi kiminle şaka yapacağım, kiminle güreşeceğim. Kalk oğlum, güreşelim. Sen kazanırsan söz veriyorum seni evlendireceğim" diyerek gözyaşı döktü."
Haber beni çocukluğuma götürdü. Harmanda, kırda bayırda birkaç çocuğu bir arada gören uslular hemen eleştirir, güreştirirlerdi. Sığır güderken komşu köyün çocuklarıyla yine güreş tutardık. Günün uzununda dur durak bilmeden akşama kadar güreşirdik. Galibiyetin küçük ödülleri de olurdu. En büyük ödül ise övücü sözlerle sırtımızın sıvazlanmasıydı.
Babam benimle güreşir, yalancıktan yenilirdi. Yaşıtlarımla güreşip yendiğimde gözlerinin içi gülerdi, başkalarının anlayamayacağı övüncünü sezerdim. Öyle ya oğlu da sıraya karışıyordu. Pehlivanlığını uslulardan dinlediğimiz köylümüz Kara Ahmet Cumhuriyet ve 23 Nisan şenliklerinde ilçede düzenlenen güreşlerin değişmez cazgırıydı. Pehlivanları eleştirip salavatlarken söylediği sözlerin bir çoğu hâlâ kulağımdadır.

İki yiğit çıktı meydane
İkisi birbirinden merdane
Altta gittim diye yerinme
Üste çıktım diye sevinme

Söğüt ağacından zelve olmaz
Her ananın doğurduğu pehlivan olmaz
Hazreti Hamza pirimiz
İncitmeyin birbiriniz

Haydi yavrularım koç gibi güreşin
Kuzular gibi meleşin

Dedikten sonra sırtlarını sıvazlayarak meydana salarlardı. Kasaba halkı ve şenlik için köyden gelenlerin mahşeri kalabalığıyla meydan bir şapka denizini andırırdı.
Şehit Yunus Emre'nin babasıyla epey güreş tuttuğu anlaşılıyor. Muhittin Çelik 5 kızdan sonra bulduğu Yunus'una defalarca yalancıktan yenilivermiştir mutlaka. Yunus'la babası güreşirken anası ve bacıları da gıptayla, sevecenlikle "aman bir yerlerinizi incitmeyin" uyarısıyla seyretmişlerdir.
Muhittin Çelik'in anlayamadığı dünyayla güreş tutacak oğlunun karşısındakilerin güreşteki dengi dengine anlayışının, karşılıklı yiğitçe saygının, mertliğin kültüründen gelmemiş olmaları. Pehlivanlar cazgırın meydana salmasından sonra karşılıklı olarak birbirlerini kucaklarlar, kispetlerini, paça bağlarını yoklarlar. Noksan, eksik bir şey varsa uyarırlar. Bu savaşta, mücadelede hasma duyulan yiğitçe saygının ifadesidir.
Güreşin sonunda yenilen yenenin elini, yenen de onu alnından öper. Yine yaşça büyük olanı, küçük rakip elinden öper. Pes etmek isteyen rakibinin kispetine vurur. Bunun anlamı aman dilemektir. Diğeri o saat güreşi bırakır, hasımlar kucaklaşır, güreş sona erer.
Köroğlu ve Dede Korkut destanlarında, halk hikâyelerimizde, masallarımızda hasımların teke tek, denk silahlarla vuruşmalarıyla güreş kuralları birbirine çok benzer. Macar Türkolog Kunoş'un derlediği "Türk Masalları"nda da benzer motifler vardır. Kendisini yenecek yiğitle evlenmeye ahdetmiş bey kızlarıyla hikâye kahramanlarımızın halkın önündeki mücadeleleri ve mutlu son çoğu masallarımızın değişmez konusudur.
Barak havalarıyla, Antep'in yanık Ezo Gelin ezgileriyle yetişen, beş kızdan sonra erenlere adaklarla bulunan, babasıyla güreşerek büyüyen Yunus'un canına güreşin soylu kültüründen gelmeyenler kıydı. Yunus'un canını alan kurşun Gabar'da sıkılsa da tetiği çekenlere buyruk Atlantik ötesinden AB'nin başkentlerinden geliyor.
İndiana Jones filmlerinden birinde hiç unutamadığım bir sahne vardı. Arkeolog üstün adam kahramanımız İndiana eli palalı Asyalının karşısında zor durumdadır. Asyalı İndi'yi haklayacakken aniden silahını çeker, ateşler, rakibini çam gibi devirir. Bu heyecanlı sahnede İndi'nin devrilen Asyalı karşısındaki hınzırca gülümsemesi gözlerimin önünden gitmez. Bu kurnazlığının çarpıcı kesitidir. Yine, güreş kültüründe var olan rakibe şans tanımanın, erliğin, eşit güçle, denk silahla yapılan soylu bir savaşın hukukunu yaşam felsefesi yapanlara karşı kalleşliğin, kurnazlığın karesidir.
Yunus'un al bayrağa sarılı tabutuna sarılıp yas eden babası oğlunun kalemini kıranların emperyalizmin, küresel kapitalizmin efendileri olduğunu nerden bilecek? Brüksel'de, Berlin'de, Londra'da, Paris'te, Waşington'da oturanlarca petrol ve enerji coğrafyasının denetimi, mazlumların ezilmesi, sömürülmesi için ulus devletlerin tasfiyesinin master planlarının yapıldığını Yunus'un anası, bacıları nerden bilecek?
Ama Yunuslara haram yedirmeyen babalar, helal sütten gayrısını emzirmeyen analar, evlatlarını elsiz ayaksız bırakan mayınların, her patlayışta ulus devletten, üniter yapıdan parçalar koparmak için sinsice yerleştirildiğini derin bilinçaltlarının şaşmaz sezgisiyle anlıyorlar.
Yunus için biz ne diyelim? Onun için söylenmesi gerekenleri 700 yıl önce adaşı büyük Yunus söylemişti zaten;

Şu dünyada bir nesneye
Yanar içim, göynür özüm
Genç yaşında ölenlere
Gök ekini biçmiş gibi

Evlatlarımızı gök ekin gibi biçtiren emperyalizme ve yerli maşalarına boşuna heveslenmemelerini söyleyelim: Erenlere adanan Yunuslar her daim var olacak, omuzdaşlarıyla, yoldaşlarıyla güreşecekler. Güreş tuttukları babalarıyla tenleri, terleri, sevgileri Yunusça harman olacak. Baba Muhittin de gündüzleri burun direği sızlayarak acısını duyduğu, ten kokusunu özlediği Yunusuyla düşlerinde hep güreşecek, her seferinde de yalancıktan yeniliverecek.

SARI KÖPEK


Sarı Köpek akşama kadar Emin Çavuş'un fırınının önünden ayrılmazdı. Emin Çavuş hayrına yaptırdığı fırını köye bağışlamıştı. Çoğu kez birkaç kadın imleşir, evlerinde kardıkları hamur mayalanırken fırını da yakmış olurlardı. Gökçeağaç odunları fırını kızdırırken kadınlar imeceyle hamurları pözüler, çöreklik, pidelik olarak hazırlarlardı.

Közler, yarı yanmış eysiler aralanır, ıslak sülünğeyle tavı gelen fırın bir iyice temizlenirdi. Önce çörekler, ardından daha çabuk pişen, çocukların hakkı pideler sıralanırdı. Çoban aldatması gibi yalnızca akının değil, yumurtanın sarısının da kullanıldığı pidelerin çıkmasını sabırsızlıkla bekler, fırının önünden aralaşmazdık.
Fırına çörek atanların içinde anamız da varsa pide çıkıncaya kadar eteğinin dibinden ayrılmazdık. Çörekler pişinceye kadar geçen sürede kadınlar yün eğirir, sohbet ederler, sökük diker, bir koşu eve gidip kalan işlerini görürlerdi. İçini alan, gevreyen çöreğin, pidenin kokusu fırın dışına taşmaya başladığında zaman bir türlü geçmez, uzadıkça uzardı.
Çörek atanlar komşuysa, Allahtan umudu kesmez, biraz alargadan yine fırın çevresinde dolanırdık. Fırına çörek atanların çocuklarıyla oynamak bahanesiyle sarı köpek misali oradan ayrılamazdık. Bu umut çoğu kez boşa çıkmazdı. Dumanı üstünde çıkan pidelerden, çöreklerden birer parçayı; "Kokmuştur, alın bakalım !"diye, göz hakkı olarak verirlerdi.
Hayvan kemiresinden, yerli tohumdan gayrısını tanımayan toprağın verdiği nimetin iştah kabartan kokusu yalnız fırın çevresinden değil, köyün alt başından yukarıya duyulurdu.
Evimiz fırının hemen yanında olduğu için dadul olsun, sülünge olsun bizim avluda bulunurdu. Kilitsiz kapımız çörek atanlarca teklifsiz açılır, bunlar alınır, kullanıldıktan sonra da bırakılırdı. Biraz da dadulun, sülüngenin hatırına aşağı sokaktan yukarı sokağa kadar çörek atanların ikramı benim için belki de bir çeşit Köroğlu'nun Çamlıbel baçıydı.
Sarı Köpek çok eskiden Saffet Ağa'nın kapısındaymış, davara gidermiş. O kapıya yıllarca hizmet etmiş, davarı sığırı kurda kuşa, yad yabana karşı korumuş. Yaz kış sürü peşinde ömür sürüp kocayınca, davara gidemeyince, tasmasını çözüp kapıdan salıvermişler.
Uysal gözlerinde çok yaşamış, çok şey görmüş insanlara özgü, yorgun, kaderci, alın yazısını kabullenmiş bakışı hemen fark ederdiniz. Boz sarı karışımı heybetli bir kangaldı Sarı Köpek. Fırının önünde daima yatar görürdünüz. Fırına girip çıkanlarca azarlandığında aldırmaz bir tavırla biraz öteye gider, yine yatardı. Yazı köyünde hala söylenen " Sarı köpek gibi yanaşmak " deyimine yol açan işlerine biraz sonra başlayacağını hiç ummazdınız.
Kabarmaya, tavlanmaya başlayan çöreklerin kokusu fırın dışına taşmaya başladığında Sarı Köpek kıpırdamaya başlar, yer değiştirir, iki ayaküstüne çömelir, yine de ilgisizmiş gibi etrafı seyrederdi.
Çörekler daha tavını almadan pişen pideler, uslular tarafından önbeziyle külü, kömürü temizlenip çocuklara pay edilir. Sağdan sola, soldan sağa aktarılmadan yenilmeyen el yakan pidelerin zevkiyle çocuklar kendinden geçmişken Sarı Köpek sessizce işe başlar. Eline koluna en ufak bir zarar vermeden, tere yağdan kıl çeker gibi çocuğun elinden pideyi bir anda kapar, olduğu gibi yutuverir. Çoğu kez çocuk olanın farkına varamaz. Boş elini ağzına götürdüğünde işi anlar. Pideyi kaptıran ağlamaya, diğerleri gülmeye başlar. Pideyi kapan kendisi değilmiş gibi yine ilgisizce etrafı seyretmeye, yalanmaya başlayan Sarı uslularca azarlanır. O azarı üzerine alınmaz, az öteye çömelir, yeni bir fırsat çıkıncaya kadar başka şeylerle oyalanmaya başlar.
Çocuk ağlasa, tekmelemek istese de, davar peşindeki dik başlı, acar günlerinin tanığı büyükler fırında pişen nimetten, tasması sıyrılarak kapı dışarı edilmiş Sarının da hakkına düşen bir lokma olduğunu bilirlerdi. Yalnızca insanın değil, hayvanın da göz hakkı olurdu. İnsanın insanlığı nimeti tüm canlılarla paylaşmaktan geçmez miydi? Hem Sarı hakkından fazlasını asla istemezdi ki... Her fırına çörek atılışında bir iki çocuğun pidesiyle yetinmeyi bilirdi. İhtiyarlık ikinci çocukluk denir. Sarınınki de yersiz yurtsuz bir ikinci çocukluktu...
Sarı şayet o gün pide kapamamışsa- bu pek seyrek olurdu – uslular çörek çıktıktan sonra onun hakkını da ayırırlardı.
Yaddan, yabandan, uzak dağ köylerinden yol düşüren konuklar köy odasında ağırlanır, önüne sofra, altına döşek serilir, atına arpa torbası takılır. Birbirini tanımayan, bir daha belki hiç karşılaşılmayacak yadlara hane açan, sofra çıkaran, Tanrı konuğu olarak kutsayan bir milletin Sarı köpeklere de ayıracak lokmasının olması gerektiğini biz Emin Çavuş'un fırınının önünde çocukluğumuzda öğrenmeye başlardık.

Tık tık eden kabacuğum


Yoksul çocukluğumun en büyük zenginliği doyasıya dinlediğim masallardı. Köyümde masala uzannama denirdi.Babama bin kere aynı uzannamaları anlattırır, tekrarı için yalvarırdım.Başlayınca da bir sonraki cümlesinin ne olacağını şaşmaksızın bilir, yine de ilk kez dinlermişçesine haz duyardım.Ben de çevreme aynı masalları naklederdim.

Komşumuz Hacı Emin Ağa'nın Ayı Kulak Pehlivan'nı dinlemekten usanmaz, her gördüğümde tekrarlatırdım.Adamcağız 'Yeter gayrı, beni susattın' der, yalvarmama kıyamaz, en sonunda Gölsoran, Seyrekbasan, Ayı Kulak Pehlivan üçlüsünün uzannamasına başlardı.
Öte Sıragömü Köyüne hısımlarımıza misafirliğe gittiğimizde Fatma Ablanın dizinden ayrılmazdım.Fatma ablanın uzannamaları tünnüktü.Bir kez başladı mı birbirine ular, gecenin leyli vaktine kadar sürerdi.
Masalla gerçek, çocuk muhayyilemizde birbirine karışırdı.Gerçek yaşam masallaşır, masal gerçeğe dönüşür, Kafdağının ardı ciri civeğiyle evimize konuk olurdu.Babamın, komşuların anlattığı uzannama mekanlarını, kişiliklerini doğayla, çevremdekilerle adeta özdeşleştirirdim.
Babamın uzannamalarından birinde 'Kötü kalpli üvey ana, evin her işini gören,taşa salsa giden sarı kızı bir türlü istemezdi.Üvey ananın fitlemesiyle,kovuyla odun bahanesiyle babası dağa götürdüğünde Sarı Kızın biraz sonra başına geleceklere hepimiz acırdık.Kıza beklemesini söyleyip,orman içine dalan baba görünmeden kaçardı. Ağacın dalına astığı kabaklar rüzgarda sallanıp çarptığında Sarı kız balta sesi sanıp oyalanırken, biz üvey ananın düzenine lanet okurduk.Neden sonra sese doğru giden kız odun kesen baba yerine kabakları görünce yasa başlardı:
Tık tık eden kabacuğum,
Beni bırakıp giden babacuğum !
İşin burasında bizler de sarı kızın yasına ortak olurduk.Uzannama uzayıp, Sarı kızın ormanda dev anasına konuk olmasına, yufka yürekli devin kadersiz Sarı kızı daha da güzelleştirip köyüne göndermesine sıra gelince eve kavuşan bizmişçesine mest olurduk.
Bu kez üvey ana altın ırmakta yıkanıp sarı kızdan daha güzel olsun diye öz kızını da aynı şekilde ormana bıraktırırdı ama biz, üvey ananın çirkin kızının başına gelecekleri bilirdik… Halkın vicdanında kurduğu mahkemede ilahi adalet tecelli ederdi.Dev anası, yol yordam bilmez kızın başını kara suda yıkar,üvey ananın vicdanı gibi kömür karasına döndürerek geri yollardı.'
Kahpe feleğin düzeni, devranı, dolabı sonunda bozulurdu.Keloğlan olmazları oldurur, Kara Vezirleri, Köseleri, Kısaları, Musaları alt ederdi.Gönlü zengin halkımız yoksul kızlarını bey oğullarına gelin eder, padişahın kızlarını da fakirhanesine getirirdi.Biz de uzun kış gecelerinin uzannamalarında Çin'i Maçin'i ,Kaf dağı'nı dolanır yine ocak postuna dönerdik.
Babam Tahsin Çavuş bu dünyadan göçeli artık bana uzannama anlatan yok.Fatma abla da çok uzaklarda.Hacı Emin Ağa da çoktan terki diyar etti.Sergenine tavanına, her köşesine binlerce uzannama sinen hanemiz seneler var ki boş.Binlerce kez ilk günkü heyecanla dinlediğim, saldır saldır ezbere anlattığım masalların bir çoğunu unuttum. Tahsin Çavuş torunlarına, Aslı'ya, Şirin'e de aynı masalları senelerce anlattı. Benim bildiğim Tahsin Çavuş'ta Eyüp sabrı vardır.O güzelim uzannamaları, Aşık Keremleri, Aşık Garipleri, dağı delen Ferhad'ı, Çamlıbel'i mesken tutan Koç Köroğlu'nu yeni baştan anlatacaktır bana…
Koca Çavuş; sırtında Araç Çayı'ndan her geçişte sorduğun 'Ananı mı seviyorsun, beni mi' sorusuna öte yakaya kadar 'seni' deyip, karaya ayağım değdiğinde hep ' Anamı ' derdim. Doğrusunu şimdi söyleyeyim mi sana? Bizlere zerre haram lokma yedirmeyen Tahsin Çavuş sevilmez mi hiç! Eminim en güzel masalları hiç anlatmadın, oraya sakladın sen. Kavuştuğumuzda anlatmak üzere…

Sakar Kömüş


İneklerin, inek kömüşlerinin buzağılamasının yaklaşmasıyla heyecanımız artardı. Bu ara anama bir telaş gelir, sık sık ahıra iner, bızlacı ineklerin, kömüşlerin karnını yoklar, sırtlarını sıvazlar, önlerine sıcak yallarını koyar, insanmış gibi onlarla konuşurdu. Bizlere de;" İyice indirmiş, yakındır, akşama sabaha buzağılar" derdi. Doğum sonrası buzağıyı, malağı temizler, analarını emmelerine yardım eder, doğum yapan hayvanın eteninin düşmesini bekler, toprağa gömerdi.

Buzağılayan hayvanın bakımını sürdürür, sıcak yallarını, katığını, kepeğini önlerinden eksik etmezdi.
Buzağının, malağın alnında akıtma, varsa adı sakar buzağı, sakar malak olurdu. Kuyruğunda aklık varsa sökül olurdu. Toynaklarında, gövdesinde alacalık varsa ala buzağı denirdi. Dişiliği, erkekliğine göre ala düve, ala inek veya ala dana, ala öküz, sakar malak, sakar kömüş olarak ömrünün sonuna kadar adını taşırdı. Alacalık, sakarlık yoksa ceyran malak, ceyran kömüş, kara malak, kara kömüş, kara öküz olarak giderdi. Ad koymanın bir sınırı yoktu. Doğumun nevruz'a, bahara rastlaması durumunda verilecek ad belliydi. Yalnız hane halkı değil, tüm köy bu adı benimser, böylece hayvan ismiyle, cismiyle bir kişilik kazanmış olurdu.
Çoğu kez de kapıdan yetişen mallar aradan yıllar geçip öküz, kömüş olduklarında bile "Evdeki buzağı öküz olmaz "misali, ceyran malak, sakar dana diye anılırdı. Köy içine gelin olanların seksenli yaşlarında bile Gülüm Kız, Hatice Kız, Aliye kız diye anılması gibi.
Malağın, buzağının ağız sütüne biz de ortak olurduk. Doğum sonrasının ilk sütünden yapılan avuz'un hayalini çok öncelerden kurardık. Sofraya avuz geldiğinde evcek kaşık yarıştırırdık. Birbirine çarpan şimşir kaşıkların şakırtısı avuz bitinceye kadar devam ederdi.
Buzağının, malağın damda konduğu bölüme gümele veya pin denirdi. Anam bir yandan hayvanı sağarken buzağımız, malağımız bir yandan memeleri edüklerdi. Bizler de çömelir seyrederdik. Emzirme bitince yavru pine konurdu. Pin'e biz de geçer, malakla, buzağıyla konuşur, okşar, severdik. Arkadaşlarımızı çağırır, gururla gösterirdik. Biz de onların damına, pinine gider onlarınkini seyrederdik.
Bir ara malaklarımız doğumdan kısa süre sonra peş peşe ölmeye başladı. Büyük sakar kömüşümüzün, küçük sakar kömüşümüzün o ceylan gözlü malaklarının ardından çok gözyaşı döktük. Ağlayan yalnızca biz değildik. Memeleri patlayacak kadar şiştiği halde acısından indirivermeyen, yani sütünü sağdırmayan sakar kömüşün önüne usluların önerisiyle derisine ot doldurulmuş malağı konduğunda gözyaşları dökerken bir yandan da sevgiyle yalamasına Esma ablamla, kardeşim Mustafa'yla ağlayışımızı unutamam.
Ard arda ölümlere çare olarak köyümüzün imamı Hatip Dayı damımızı şerbetledi, okudu, ahırın içinde tüfek attı, kötü ruhları kovdu. Anam erenlere adak adadı, iki köy arasındaki erenler türbesine mumlar dikti.
Buzağılar malaklar bizimle büyürlerdi. Karaçağaç yaprağı, dut yaprağı yolup, önlerine koyar, hırsla yemelerini zevkle seyrederdik. Biraz büyüyüp ilk kez dışarı çıktıklarında sağa sola sıçrayıp yoruluncaya kadar koşmalarına eşlik ederdik. Pinde başlayan arkadaşlığımız ayaklanıp sürüye katıldıklarında artarak devam ederdi. Günün uzununda merada, dağda bayırda akşamı beraber ederdik. Onlar bizim huyumuzu, biz onlarınkini bilirdik. Her biri hangi otu sever, ne zaman kuyruğu kaldırıp cız tutar, sığır içinde kiminle anlaşır, kiminle zıtlaşır bizce malumdu.65 hanelik Yukarı Yazı köyü'nde komşuların sığırları içinde hasmı kimdir, dostu kimdir onu da eksiksiz bilirdik. Onlar da bizim neye kızdığımızı, neyi sevdiğimizi kendi ölçüleri içinde bilirlerdi. Aile bireylerini tanırlar, huylarını, kendilerine en yakının kim olduğunu deneyim-içgüdü sarmalıyla anlarlardı.
Ev köy ihtiyacı için pazara satmaya götürüldüklerinde sofradan bir kaşık eksilmişçesine acı duyardık. Damda, afurda bir yular eksilir, yerleri boş kalır, gözümüz oraya kaydığında yitik bir dost özlemiyle burun direğimiz sızlardı. Uzak yakın köylere sattığımız ineklerimiz, kömüşlerimiz yıllar sonra karşılaştığımızda biz unutsak bile kokumuzdan bilirlerdi. Üstümüzü başımızı koklamaya, yalamaya, böğürmeye başladıklarında aşımızı ekmeğimizi paylaştığımız, eski bir hane mensubuyla karşılaşmanın acılı hazzını duyardık.
Bizim için her hayvanın bir kişiliği vardı. Uysallığıyla, huysuzluğuyla, güreşçiliğiyle, süt verimiyle, sabana iyi gitmesiyle, tomruk çekmesiyle, kuyruğu omuzlayıp, başını dikip zapt olmaz bir halde dokuz tepe tüğmesiyle diğerlerinden ayrılan, kendine özgü bir kişilik... Bu kişilik ana tarafıyla, ona aşan babanın ortak genetik özelliklerinin bileşimi olurdu.
Köy odası, harman sohbetlerinde oğul, kız, gelin methedilircesine herkes danasının, düvesinin, öküzünün, kömüşünün meziyetlerini sayardı. Atalar kendi arasında biz yaşıtlarımızla mal üzerinden iddialara girerdik. Bazan iş uygulamaya dökülür, köylülerin huzurunda danalar, azman malaklar güreştirilirdi. Sahibi güreşin galibini yedekleyip giderken Kırkpınar başpehlivanını hanesinden çıkarmış gibi hissederdi kendini.
Milletçe ortaklaşa geçirdiğimiz uzun tarihsel sürecin değerler birikiminin toplumun kolektif mirasına damıttığı yaşam kültüründe hayvanla bunca iç içeliğimize karşın onların yeri pindi, damdı. Bizim damın üstüydü. Sabahtan akşama çiftte, çubukta, tarlada, harmanda birlikteliğimize, ertesi gün yeniden başlama üzere eve dönüşte ara verirdik. Bu asla bir kastlaşma değil, doğanın, doğal olanın, tarihin bize öğrettiğiydi.
Her köye gidişimde artık ocağı yanmayan, bacası tütmeyen hanemize uğrayışımda damın kapısını açarım. Sökül ineğin, sakar kömüşün, ceyran malağın, bahar kızın, Firdevs ineğin boş afurlarına, yularlıklarına bakarım. En son pine gözüm takılır. Çocukluk arkadaşlarım buzağılarımızın, malaklarımızın ten kokusunun, süt kokusunun henüz silinmediği çamdularını, tahtalarını okşarım. Anamın sağarken ana şefkatiyle, ana sıcaklığıyla sağrısını okşayarak "Dur benim sakar kızım, dur benim baharım!" dediğini duyar gibi olurum. Sessizce ahırın kapısın kapatır, gıcırdayan merdivenlerden yukarıya yönelirim.

 
   
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol